9 Temmuz 2010 Cuma

YAĞMURA SIĞMAYANLAR
24 Haziran 2010 Perşembe, 00:28



Çok yalnız bir akşammış bu.
Gözkapakları ağır yükler taşıyor diye utanan bir çocuk avucumda,
Sevgi dileniyor benden lal yaprakları.

Oysa şarkı bile söylüyor işte: Ne gelir elden?
Zoraki sevgiler yapsak hamur adamlar gibi küçücük ve yağmur her yağdığında bir gökgürültüsü hediye etsek yaprakyeşiline bakan zavallı kalbimize, ne gelir elden?

Ucuz satırlar bunlar. Değerinden eksiğine bozdurduğumuz kelimeler gibi lanetliyor bizi unutmaya çalıştıklarımız. Yakalamaya çalıştıklarımız sırtımızdan bıçaklıyor. İşte o ve ben uzaklara, yalanların eskittiği bir sevgiyi sürüklemeye giderken, yağmurkırığı saçlarımıza dolanıyor.

Yalan söyledikçe aşınıyor sırtımın ölü derisi. Sandalyemde otururken ardımda açık kalan kapıdan korkuyorum. Arkamdaki boşluk beni alıp büyütüyor. Arkamda bir boşlukla birlikte yarın için ay büyütüyorum.

Çok ucuz bir şiir var, ama öyle ucuz ki… Bana öyle bir hatırlatıyor ki eski günleri… “Bir daha okumam,” diyorum, “bunları geçtik.”
“Bir daha okumam,” diyorum “şehirleri geçtik.”
“Bir daha sararmış kâğıtlara böyle anlamsız aşk yakınmaları yazmam,”diyorum.
Sesim beni duymuyor.

Bütün bunları dinleyeceksin sen; dinleyip yine gözlerindeki boşluğa yakışan bir fırtına tasarlayacaksın benim için. Ben tam o sırada benim için anı olacağın ânı kuruyor olacağım. Alacakaranlık sadece filmlerde değil gözlerimin ta içinde de olacak o sıra. Bir kadeh rakıya bakıp ağladığım günlerin hatırına “son bir kez,” diyeceğim, sen farkında bile olmayacaksın. Yağmur fışkıracak lağım çukurlarından; evsizler bankamatiklere, kediler saçak altlarına, küçük çocuklar şanslılarsa annelerinin sıcaklığına kaçacak. Senin kaçacak yerin muhtemelen hazır olacak. Ama ben öylece kalacağım sokağın ortasında ki gidecek yerim yok. Kendime çıkan tüm kapılardan kovdu beni gözlerin. Gözlerin gümbür gümbür serildiler kapıma.

Yağmur hızlandıkça yolun ötesi görünmez oluyordu. Evden kavga sesleri, sokaklardan gece fenerleri, hasretten bir güle tutunan diken eksik olmuyordu. Yağmur gitgide daha hızlı, hıncını insanın içinden söküp alarak yağıyordu. Gökgürültüsü ürkekliğin sınırlarını deniyor, aynalar birer birer parçalanıyordu yalnızların odasında. Çok şey mi istiyordu? Ağrılı ve yavaş ölümümüze atamadığımız çığlığı bize hatırlatıyordu o kadar.

“Durmayacak,” dedim.”Sabaha kadar yağarsa böyle… ya sokaktakiler ya kaybolanlar,” dedim kaybettiklerim içimi kemirmeden edemiyordu. Bir ara pencereyi sonuna kadar açıp dışarı çıktım. Sokağı izledim ve kalbimi onun gözlerine yatırdım. Görüyordum işte, işarete gerek yoktu. Baktım sol yanında kendisinin bile fark etmediği bir yarık ve o küçük yarıktan ince ince sızan bir hayat çığlığı duruyordu. Uzaklarda yanan ışıkları gözlüyordu ve biliyordum, beni asla sevmeyecek; geceleri duvarında oynadığı gölge oyununda benden bir iz görünmeyecek. O elleri var ya, o elleri beni hiç eskitmeyecekti. Gerçekten içimde olsaydı bunu yapardı, diyorum ve birkaç gümbürtü art arda kopuyor.

Bu yağmurlar büyüdük diye bu kadar öfkeli.
Arkamızda açık kalan kapılar, kaybediyoruz diye bedenlerimizden alacaklı.

Gecenin sesini dinliyorum.
Sesimizde hiç dinmeyen bir öfkeyle o ve ben… Biliyorum benim kadar çaresiz bakıyor o da pencereden. Huzursuz gözleri gideceği yeri bilmeyenlerin gözlerinden yapılmış ve oyuncağı kırık.

“Durmayacak,” dedim… “Böyle sabaha kadar yağarsa…”

Üstelik böyle zamansız, böyle bahar dallarını kırıp atar gibi hınçla.

Oysa normalmiş, öyle diyorlar. Yine de yağmurda eksilen bir tek o ve ben varız. Dünya sadece ikimizin saatini durduruyor sebepsiz yere ve üstelik o devam ediyor, hiç aldırmıyor hiç… Bense sadece durmuş pencerenin ardından yitenleri izliyorum. Arkamdan gelen seslerden ürkerek ve hiç özlememeye gayret ederek eski şeyleri, sabah olsa, diyorum, olmuyor. Olmayacak, diyorum. Dediğime inanırım diye korkuyorum da bir yandan. Çünkü öyle çok bekledim ki bir yağmur sonrası sakinliğinde onun ellerini yüzüme ipek edeceğim günü. Şimdi biriktirdiğim eski eşyalarına bakıyorum tek tek. O yeşil kazak, o hasır sandık, o yanımdayken üzerimden hiç çıkarmadığım yeşil kazak… Bir zamanlar derin nefesler alırdık, diyen küskün geçişin izlerini taşıyordu üzerinde. Gülüşümü çaldırmadığım o güzel vakitlerde bu kazak sıcacık tutardı beni ve o hasır sepet ki gideceğimi anladığın bir sabah yatakta bana sarılıp “Tekrar gel,” demiştin, “daha sepetini alacaksın.” Tekrar gelmelere dayanmadı kalbimizin incelen çeliği. Yağmurlar hızlandı, tutamadık; tutamadık gitti içimizdekileri.

İkisini de kapıp sokağa atıyorum kendimi, sel su almış başını gidiyor. Sokak uzun bir koşuya çıkmış sanki. Kaldırımlarını bile tutamıyor üzerinde. Yağmur her şeyi alıp götürüyor: Yeşil kazağı, hasır sepeti, eski şeyleri, eskiyen düşeyliğini zamanın…

Yıllardır içimde çürüyen bir tekne gibiymişsin be adam! Ne seni sürecek bir denizim, ne tekrar boyayıp bakacak bir korunağım varmış. Öylece kalakalmışım; durmuşum ve batmışım. Durmuşum ve neden kendi kendime ağlamaya başladığımı bile çözememişim. Aniden ışıyor ortalık. Eve gitmeliyim, diyorum. O kötü şiiri son kez dinleyip yağmurun dinmesini beklemeliyim. Sırtımı duvara yasladığımda korkmadan, onun beni anlayan gözlerini yormadan ve incitmeden karanlığı son bir kez…

Bütün gece yağacak… bütün gece yağarsa böyle,

Acıyan şahdamarımızı kim öpecek?

1 yorum: